Modanın Bilinçdışı’nda Özge Kanlı ve Emine Ayhan, Shakespeare tiyatrosu bağlamında moda ve benlik tasarımı üzerine disiplinlerarası bir sohbet gerçekleştiriyor.
Özge Kanlı: Merhaba, bu hafta konumuz Shakespeare ve moda. 19. yüzyıl İngiliz tiyatrosu bağlamında benlik tasarımı üzerine disiplinlerarası bir sohbet edeceğiz. Konuğum Shakespeare, metin ve estetik emekçisi, çevirmen Emine Ayhan. Emine hoşgeldin.
Emine Ayhan: Hoşbulduk Özge.
Ö.K.: Her hafta programın başında o haftanın içeriğiyle ilgili ikonik bir ifadeye yer veriyorum. Bu haftaki ifademiz Oscar Wilde’dan. Şöyle söylemiş: “Nasıl giyinirsem giyineyim sinekler, solucanlar ve çiçekler beni yine de aşar.” Bugün modanın tanımı itibarıyla sadece trend, ürün, markalaşma ve pazarlama konusu olmadığı, yalnızca bir kişinin kimliğini ifade etme aracından ibaret olamayacağına değinmek istiyorum. Moda, beden yüzeyi tasarımına yenilik getirmektir. Ve bu yeniliğe daha geniş sosyal ve kültürel tepkiler gelmesiyle bir hafıza ve safi varoluş arşivi yaratır.
Moda, tiyatro ve psikanaliz
Buradan hareketle modanın kapsamı görünenden çok daha büyük. Modanın diğer disiplinlerle pek ilgilenilmemiş bağını korumak için bize yöntem sunan psikanalizin ise kökenleri kısmen antik mitlere ve Shakespeare’e dayanıyor. Drama ve metinlerden yola çıkarak küresel bir konuşma tedavisine evrilebilen bir teoriyi şekillendirebildiği için Freud'un zihnini her zaman büyüleyici bulmuşumdur. Örneğin Hamlet’ten doğrudan kendi psişeme bağlanan bir yol açtığı için kendisine şükran duyarım. Freud’a göre izleyici, tiyatro sahnesindeki oyunun kahramanıyla sanki kendi iç çatışmalarının bir simülasyonunu yaşamak üzere gizli bir anlaşmaya girer; seyirci kahramanı zihnindeki psişik çatışmalarla özdeşleştirebilir veya onun başarılarından zevk alabilir veyahut oyunu izlerken onun başarısızlıklarından bir tür mazoşist tatmin de elde edebilir. Ancak bunu mümkün kılan oyun yazarının kendisi ve onun sanatıdır. Freud’a göre oyun hem bilinçli hem de bastırılmış dürtülere hitap ediyorsa, seyircinin bundan zevk alabilmesi için o bastırılmış malzemenin açığa çıkarıcı doğasına nefret duymaktan ziyade bundan zevk alıyor olunması gerekir. Dramanın, kostümün işe yaraması için oyunun yazarı da bu bastırılmış malzemeye karşı seyirci direncini ustaca düşürmeli ve seyircinin karakterle özdeşleşmesini de kolaylaştırabilmelidir. Shakespeare’in de bu konuda usta olduğu söylenebilir.
Tiyatro ve psikanaliz arasındaki bir diğer önemli ilişki de Andre Green’in 1979 tarihli The Tragic Effect: The Oedipus Complex in Tragedy kitabında kuruluyor. Bu kitabında Green, insanlığın tüm ürünlerinde bilinçdışı çatışmaların izlerinin görülebileceğinden bahsediyor. Özellikle teatral performansın izleyici ile dünya arasında bir aracılık alanı yarattığını anlatıyor. Green’e göre, Freud’da da olduğu gibi, tiyatro derin zevk veren isteklerden, tatmin edilebilir arzulardan kısmi boşalma sağlayarak tatmin edilmeyen ya da tahmin edilemeyen bir yatıştırmaya katkıda bulunuyor. Sanırım bundan olacak ki Hüseyin Çağlayan gibi biri tasarımcı koleksiyonunu sergilemek için tiyatro sahnesini seçebiliyor. Bunun nedeni tiyatro sahnesi ile bilinçdışını bağlantılandırması olabilir. Yine benzer şekilde, giyim kuşamıyla Oscar Wilde kadınların bugün pantolon giymelerine katkı sağlamış bir oyun yazarı. Bunlar büyüleyici ve ezber bozan tutumlar. Emine, sen moda bağlamında disiplinlerarası akışkanlığı nasıl yorumlarsın?
Moda ve hukuk
E.A.: Tiyatronun seyredenlerin arzularını şekillendirmesi ya da bilinçdışına hitap edebilmesi bir bakıma tiyatro sahnesinin kendisinden kaynaklanıyor. Sahnenin benliği sunan, şekillendiren bir işlevi var. Bir nevi sahnede bir cadı kazanı kaynıyor ve oyunun sonunda ne olacağını bilemiyoruz. Konuyu Shakespeare’e getirirsek, Shakespeare tiyatrosunun faal olduğu dönemde 60 bin kişilik Londra nüfusunun 20 bini her hafta tiyatroya gidiyor. Bu da demek oluyor ki tiyatro bir kitle iletişim aracı, dolayısıyla orada sunulacak her tür temsil, her tür self-fashioning topluma etki ediyor. Alt sınıftan gelenler, üst sınıftakilerin giyim kuşamlarını deneyimliyor ve bunu bir arzu nesnesi hâline getiriyor. Tabii üst sınıftakiler de alt sınıftakilerin giyim kuşamlarını görüyor. Tiyatro bu bağlamda benlik tasarımını, bilincini oluşturan bir öğe, ama aynı zamanda politik bir tehdit olarak da karşımızda.
Shakespeare döneminde kıyafetlerle ilgili çok ciddi yasalar var. Kraliyet açısından kişinin nasıl giyineceği büyük bir önem arz ediyor. Yönetilmesi gereken bir şey. Nüfusun çoğu o kadar aç ki, zenginlerin yediklerini ve giydiklerini her an üstlerinden söküp alabilirler diye düşünülüyor; yani halkın düzeni protesto etme ihtimali var, çok ciddi bir halk isyanı potansiyeli bulunuyor. Elizabeth, kimin nerede ne kıyafet giyeceğine, hangi sınıftan insanların nerede ne aksesuar takacağına, ne renk giyeceğine, hangi kumaşları kullanacağına kadar çok ayrıntılı, “Sumptuary Laws” adlı bir tüketim malzemeleri yasasını uyguluyor. Örneğin ipek ve saten, tahmin edileceği üzere üst sınıflara özgü, ama şövalyelerin büyük oğullarından düşük bir statüye sahipseniz kadife giymeniz de yasak. Bu konuda çok ciddi, ölüme kadar giden yaptırımlar var. Mesela bir şövalyenin küçük oğlu kadife giyerse küçük bir ceza alıyor, ama bir köylü bir yerden bulup kadife giyerse idam edilebiliyor. Bunlar sınıfsal cezalar. Bu bağlamda renkler de pek çok düzenlemeye tabi. Parlak kırmızı, altın sarısı, mor menekşe ve tonları, çivit mavisi, koyu siyah ve beyaz, üst sınıfların kullanabileceği renkler. Hizmetkârlar ise sadece mavi üniforma giyebiliyor. Bu anlamda Elizabeth bir moda tasarımcısıdır.
Ö.K.: Oscar Wilde başarılı bir drama yazarı ve aynı zamanda modaya özel bir ilgisi var. Oscar Wilde deyince aklımızda onun o kostümlü fotoğrafı canlanıyor değil mi? Onda gördüğümüz, genel olarak estetiğe yönelik bir ilgi.
E.A.: Bir trend belirleyici kendisi, değil mi?
Ö.K.: Buraya gelmeden de biraz konuştuk, geçmişin fenomenleri edebiyatçılardı.
"Akla Uygun Giyinme Cemiyeti"
Viktoryen dönemde kadınlar yaygın olarak iskeleti deforme eden, üremeye zarar veren, organları sıkıştıran ve hatta bazen ölümcül olabilen korseler ve hareketi kısıtlayıcı iç çamaşırları giyiniyorlar. Tabii zamanla bu kıyafetlere reform talebi güç kazanıyor, kadınların sesleri yükseliyor ve bu, eşit yurttaşlık hakkı ve kadın hakları bağlamında önemli bir sivil hak mücadelesine dönüşüyor. Wilde da bu dönemde pantolon etekler konusunda ısrarcı oluyor ve bu konuda bir nefer hâline geliyor. Kendi giyimiyle de zamanının aristokratik İngiliz tiyatrosu prodüktörleri ve izleyicilerinden yergiler alıyor; zamanın kuralları çerçevesinde giymediği için eleştiriliyor. 1881 yılında Lady Florance Harberton’ın kişisel zevklere ve rahatlığa göre sağlık, konfor ve güzelliği baz alan kıyafet modelinin benimsenmesini desteklediği The Rational Dress Society yani “Akla Uygun Giyinme Cemiyeti” kuruluyor ve Wilde o dönemde bir moda dergisinde editörlük yapmaya başlıyor. Wilde, eşi Constance’la bir sivil hak hareketine dönüşen, zamanının en radikal moda hareketine ivme kazandırıyor ve moda tarihine de ismini yazdırıyor. Constance’ın kostümlere gösterdiği naçizane ilgi ve trend yorumları ise moda bağlamında disiplinlerarası bir yeniliğe kapı aralıyor.
Oscar Wilde, Shakespeare ve sahne kostümleri üzerine yazdığı bir makalede Shakespeare’in kostümlerine özel bir önem verdiğini anlatıyor. “Böyle bir önem atfedişi başka bir yazarda bulamazsınız” gibi büyük ifadeleri var. Bunu nasıl yorumlamalı? Shakespeare kostüme gerçekten bu kadar değer veriyor muydu? Yoksa bugün Shakespeare oyunlarında bu kadar fazla kostüm görmemizin nedeni bugün her şeyden her yerde çok fazla olması mı?
Benlik tasarımı ve moda
E.A.: Kostümün iki anlamı ve kullanımından bahsetmek lazım. Elizabeth dönemi tiyatrosunda Netflix yapımlarında olduğu gibi kostümler yok. Dekorlar tam değil ve sahne kostümlerle dolmuyor. Kostümler hamilerin gardıroplarından alınıyor. O dönemde Elizabeth’in yasaları en çok da tiyatrocuları ilgilendiriyor. Hamilerin kıyafetlerini yalnızca tiyatro sırasında giyebiliyorsunuz. Yani yerinizi biliyorsunuz. Bunun nedeni, alt sınıfın üst sınıfın giyimini her yerde her zaman görememesi ve görmemesinin gerekmesi.Diğer taraftan, Shakespeare’in orijinal metinlerinde çok fazla kıyafet yönergesi yoktur. Shakespeare kostümü estetik bir öğe olarak kullanmaz. Shakespeare’de kıyafet mecazından söz ediyorsak, bunun mutlaka benlikle ve dönüşümleriyle ilgili olduğunu bilmeliyiz. Shakespeare’de kıyafetin yüzeyinden benliğin derinliklerine ineriz. Hamlet’in giydiği kostümlerle onu tanıyoruz. Karakter değişimlerini seziyoruz. Ama onun içinden ne çıkacağını bilemiyoruz. İçinden bir intikamcı mı, sadık bir kahraman mı, epik bir oğlan mı, bir kral mı çıkacak? Hiçbiri çıkmıyor. Hamlet kalıplara sığmıyor. Bir bakıma modern bir birey hâlini alıyor; kendini biçimlendiriyor. Bu bağlamda self-realization ile self-fashioning arasında bir bağlantı var. Bu, Shakespeare’in sorunsallaştırdığı şey. Kıyafetlerin altında gerçekten aradığımız Hamlet’i bulabilecek miyiz, yoksa verili bir toplumsallık içerisinde sürekli kıyafet değiştirerek mi var olmak zorundayız? Modadan kaçabilir miyiz? Bize uygun rolleri oynamaktan kaçabilir miyiz? Bu, Shakespeare'in sorusu. Cevabı, bir kaçışın olmadığı yönünde. Yani ona göre, gerçek bir benlik ve apaçık bir insan doğası yok.
Ö.K.: Biraz da Hüseyin Çağlayan’dan bahsedelim, onun da bilinçdışı ile moda bağı üzerinden gerçekleştirdiği üretimler önemli. Moda, metin, mekân ve estetik alanlarındaki tasarımlarıyla disiplinlerarası bir tutum oluşturabilen ve kendisini çok farklı alanlardan besleyebilen birisi. Koleksiyonlarından birini o yılki moda haftası podyumları yerine bir tiyatro sahnesinde sergiliyor. 2000 yılı Sonbahar-Kış koleksiyonunu Sadler’s Well tiyatrosunda sergileyerek tüm moda ve tasarım tarihinde ikonikleşen bir gösteri meydana getiriyor. Kendisinin yarattığı ve kurguladığı gösteri, savaşın bir tahliyeyi zorunlu kılması durumunda bir ailenin yanlarına almak isteyebilecekleri şeylere dayanıyor ve sahnedeki evdeki oturma odası, bilinçdışı bir temsil oluşturuyor. Buradaki koleksiyon gösterisi bilinçdışındaki dişil bir paradigma olarak da okunabilir; çünkü kendisi koleksiyonu hazırlarken annesine sorduğu bir sorudan yola çıkıyor. Annesine, “Kıbrıs’tan göç etmeden yanına neler almak isterdin, neler alabilirdin?” diye soruyor. Bu, bilinç akışıyla cevap verilecek bir sorunun ardından gelen bir koleksiyon. Bu koleksiyonun sergilendiği sahnede sandalye gibi büyük nesnelerin elbise ve valiz hâline getirildiği bir oturma odası var ve küçük eşyalar da ceplere sığabiliyor. Keza, kendisi 2015 yılında aynı sahnede bu sefer modern dans gösterisi olarak yorumladığı Gravity Fatigue adlı koleksiyonunu sergiliyor. Bu gösteride gördüklerimiz, hareket ve formun evliliği. Dansçıların bedenleri için önceden hazırlanmış bir koreografi yok. Koreografi sergi tasarımının kendisi için yapılıyor ve hikâye o elbiseler için, koleksiyonun kendisi için yazılmış. Alexander McQueen’in olağanüstü modern dans parçası “Eonnagata” için bir tasarladığı ikonik kostümler de bu bağlamda değerlendirilebilir ve kayda değer. Tüm bu sözünü ettiklerimizi hesaba katarak, modayı kapitalist bir bağlamın haricinde nasıl değerlendirebiliriz?
E.A.: Bu bağlamda Ovidius söz konusu edilebilir. Kendisi 1. yüzyılda yaşamış bir aşk şairi. Şiirlerinde Roma’da kadınların hangi rujları, allıkları kullanılacağından hangi kıyafetleri giyeceğine kadar uzanan ifadeler var. Modayı mümkün en geniş bağlamda söz konusu etmek gerektiğini düşünüyorum. Svetlana Boym’un Tırnak İçinde Ölüm kitabını çevirmiştim, o kitapta da moda ve edebiyatın birbirinden ayrılmaz olduğundan söz ediliyor. Aynı anlama geliyorlar, etimolojik kökenleri ise farklı. Fashion, latince facere’den geliyor. Facere yapmak demek. Şiir de Yunanca poein’den geliyor ki o da yapmak demek. Bu anlamda modayı ve şiiri dünyanın yapılışı olarak görebiliriz. Bir güzel örnek de yazın dünyasından verilebilir; Stéphane Mallarmé’in çıkardığı bir dergi var: La Dernière Mode. Bu dergide de modayla ilişkisinde benlikle ilgili fikirler öne sürülüyor. Bu derginin içinden düşünecek olursak, koklayıp dokunduğumuz her şey modayla ve estetikle o ya da bu şekilde ilişkili. Bu perspektiften bakıldığında moda, dünyanın yapılışıyla doğrudan ilgili.